İç Turizm
Malum Covid
Dünyasında turizm sektörünü enine boyuna tartışıyoruz. Ülkemizde turizmi
etkileyen son yirmi yılın buhran zamanlarına baktığımızda nedenleri farklı olsa
da karşılaştığımız sonuçların benzer olduğunu da görüyoruz.
Dönüşüm sancılarını
yaşayan bir sektör ve kriz sonrası ziyaretçi sayısının tersine geliri azalmış
olarak belirsizlik içinde faaliyetlerin sürdüren bir endüstri mevcut. Bu
noktada; zaman zaman konuşsak da işler iyi giderken çok üzerinde durmadığımız
iç turizm konusu ile ilgili bir hatırlatmayı yeniden yapmakta fayda var. 3.
Turizm Şurasında (1-3 Kasım 2017) İç Turizm Komisyonu da bu nedenle
oluşturulmuştu; yine bir buhran sonrası turizmin geleceğini dizayn etmek için
toplanılmıştı. Şura’da alınan kararlar incelenebilir: https://turizmsurasi.ktb.gov.tr/Eklenti/57386,icturizmkomisyonraporupdf.pdf?0
Ancak burada asıl
önemli konu, Covid-19 salgını gibi kültürel bir değişimi şimdiden tetikleyen
bir olgu karşısında iç turizmi dizayn etmek için bütün nedenlerin olgunlaşmış
olduğudur. Bunları burada sıralamadan, pratik bir öneri; Geniş
katılımlı, kurumsal dönüşümleri ve yapısal uygulamaları başlatacak İç Turizm
Konferansı’nın toplanması turizmin Covid-19 sonrası perspektifi için iyi bir
başlangıç olacaktır.
Turizm ve Yaşam Kalitesi
Covid Dünyasının
zorladığı şartlar nedeniyle yaşanan/yaşanacak paradigma değişimlerini bundan
sonraki süreçte çok daha yoğun göreceğiz. Bu durumu ülkemiz turizm sektörü
açısından değerlendirmeye devam edersek: “Bacasız sanayi” anlayışının
hâkim olduğu dönemde kurguladığımız turizm senaryolarımızı “Döviz
kazandırıcı faaliyetler” anlayışında büyüttük ve bu yıllar dünyada
1960-80 arası döneme rastlamaktadır, bizde de seksenler ve doksanlar.
Global turizm
endüstrisi seksenlerin sonu ve özellikle doksanlarda çevre kaygısıyla
geliştirilen “sürdürülebilirlik” anlayışını keşfederek; kültür
turizmi başta olmak üzere alternatif turizm çeşitleriyle insan hayatındaki
yerini genişletti ve gündemini “yaşam kalitesi” (sosyal,
kültürel, çevresel göstergeler) yaklaşımına ayırdı. Böylece son 20 yılda
yapılan turizm araştırmaları bu konuya yoğunlaştı. Yaşam kalitesi göstergeleri
gözetilerek turizmin etkileri ile ilgili yeni değerlendirme kriterleri
oluşturuldu ve değer zincirinin her kademesine yerleştirildi. Bu
çalışmalardan çıkan sonuçlar turizm destinasyonlarının gelişimi, rekabetçiliği
ve yönetimini yönlendirdi.
Şimdi ise, iklim
değişikliğinin de etkisi altında, Covid-19 salgınının hızlandırıcı etkisiyle
oluşan paradigma değişimi pek çok destinasyonu geçmiş anlayışlarından alarak
bugüne taşıyacaktır...Değişime ayak uyduramayanlar ise yıpranmış destinasyonlar
olarak kalacaklardır.
Overtourism (Kalabalıklar)
Korona salgını insanoğlunun
hareketini kısıtlayana dek turizm ve seyahat endüstrisi hızlı yükselişini
sürdürüyordu. UNWTO verilerine göre 2019 yılında 1.5 milyar insan turist olarak
seyahat etmişti. Bu rakamın yarısını Avrupalılar, çeyreğini Asyalılar
oluştururken dünyanın en büyük iki ekonomisi ABD ve Çin en çok turizm harcaması
yapanlarda da başı çekiyorlardı.
Acaba bu böyle olmaya
devam edecek mi? Yoksa, başta çevre duyarlılığı olmak üzere, turist olarak bazı
sorumlulukları üzerimize almaya başlayacak mıyız? Dünya, son yirmi yılda
dijital devrim ve sosyal medyanın etkisiyle hızlı bir seyahat trendini yaşadı.
Neredeyse her noktaya çok ucuz ücretler vererek uçabiliyor ve gittiğimiz
yerlerdeki deneyimlerimizi de başka insanlara ilham olması için paylaşıyorduk.
Böyle olunca, o çok imrendiğimiz yerlerdeki yaşamı da olumsuz etkileyip oradaki
insanların yaşadıkları bölgeleri terk etmelerine neden olduğumuz çok örnek
oldu.
“Overtourism”, korona
salgını öncesinde de gündemde olan bir konuydu ancak bu defa dünya iklim
değişikliğini de derinden hissetmeye başlayınca bu konuda acil önlemler
alınması, yeni sorumluluklar ve uygulamaların hayata geçirilmesi öncelikli konu
haline gelmiştir. Bu gelişmeler olurken insanların kendi yakın coğrafyalarına
yönelip günlük rutinlerini de daha eğlenceli ve verimli geçirme yollarını
aramaları tekrar gündeme gelebilir. Bu durum başka yerlere seyahat isteğini de
azaltacaktır. Hele ki yönetilmeyen, plajlara ve şehirlere kontrolsüz
kalabalıkların akın ettiği “turizm” döneminin kapandığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Sistem bu davranışı artık desteklemeyecektir. Herkes çok daha
"sorumlu" ve "akılcı" olmalıdır...
Turizmde İklim Eylem Planı
Turizm sektörünün
Covid-19 Pandemisi sonrası yeniden toparlanmasının ön koşulu iklim eylem
planını gerçekleştirecek adımlar atması olacaktır. Bunu sağlamak için bir an
önce sektör, kamu ve akademi iş birliğiyle ulusal strateji ve yol haritası
açıklanmalı, turizmin büyük kültürel dönüşümünün içinde yer alınarak ortak
hedeflere katkı verilmelidir.
Bilindiği gibi TBMM 6
Ekim günü, 1992 tarihli BM İklim Değişikliği Çerçeve Sözleşmesinin 2015 yılında
21. Taraflar Konferansında kabul edilen ve Türkiye tarafından da imzalanan
Paris Anlaşmasının beyan ile birlikte onaylanmasını uygun buldu. Peki özü
itibariyle bu anlaşma neyi öngörüyor? Anlaşmanın 2. Maddesi bu soruyu
yanıtlıyor: “…bu anlaşma, sürdürülebilir kalkınma ve yoksulluğun
ortadan kaldırılması çabaları bağlamında iklim değişikliği tehdidine yönelik
küresel müdahaleyi aşağıda belirtilenler aracılığıyla güçlendirmeyi
amaçlamaktadır: (a) İklim değişikliği risk ve etkilerini önemli ölçüde
azaltacağı bilinciyle, küresel ortalama sıcaklıktaki artışı sanayileşme öncesi
seviyeye göre 2 santigrat derecenin oldukça altında tutmak ve sıcaklık artışını
sanayileşme öncesi denemdeki seviyelerin 1,5 santigrat derece üzeri ile
sınırlandırmak için çaba göstermek; (b) gıda üretimini tehdit etmeyecek şekilde,
iklim değişikliğinin olumsuz etkilerine uyum sağlayabilme kabiliyetini
artırmak, iklim değişikliğine direnci geliştirmek ve düşük emisyonlu kalkınmayı
teşvik etmek; (c) Finans akışlarını, düşük sera gazı emisyonları ve iklim
değişikliğine dirençli kalkınmaya yönelik eğilimle tutarlı hale
getirmek…” Bu anlaşmanın dikkati çeken ilkesi
ise; farklı ulusal koşullar ışığında, hakkaniyet, ortak fakat
farklılaştırılmış sorumluluklar ilkesi ve tarafların görece kabiliyetlerini
yansıtacak şekilde uygulanacak olmasıdır.
Önümüzdeki günlerde
(31 Ekim-12 Kasım) Taraflar Konferansının 26.sı Glasgow’da gerçekleşecek
(COP26) ve bu konferansta sunulmak üzere çeşitli kuruluşlar bir araya gelerek
Glasgow Deklarasyonu altında iklim değişikliğine ilişkin turizmde
atılacak acil adımlar için bir yol haritası ilan ettiler. Böylece önümüzdeki 10
yılda turizm emisyonları yarı yarıya düşürülecek ve 2050’ye kadar da
mümkün olan en kısa zamanda sıfır emisyon hedefine ulaşılacak.
Glasgow
Deklarasyonunun imzacılarının 12 ay içinde somut olarak bir eylem planı
oluşturma veya mevcut planlarını revize etmeleri gerekiyor. Bu eylem
planlarının deklarasyonda önerilmiş olan plana uygun olması; Ölçme,
Karbonsuzlaştırma, Yenileme, İşbirliği ve Finans alanlarında yeni bir
bakış açısıyla turizmin adaptasyonunu kolaylaştırmaları gerekmektedir. (Geniş
okuma için: https://www.unwto.org/news/the-glasgow-declaration-an-urgent-global-call-for-commitment-to-a-decade-of-climate-action-in-tourism)
Bu arada, Glasgow
Deklarasyonunu özetlemek gerekirse; gelecek 10 yıl içinde turizm kaynaklı
emisyon hacmini yarı yarıya azaltmak ve 2050’ye kadar da, mümkün olan ek kısa
zamanda, Sıfır Emisyon hedefini yakalamak olarak açıklayabiliriz.
"Fosil
yakıtların", kötü "alan" kullanımının ve "tüketim
alışkanlıklarının" iklim değişikliği, kirlilik ve biyolojik çeşitliliğin
kaybolmasına neden olduğu belirtilerek yaşanan Covid-19 salgınının da bu
etkilerle insan sağlığının derin bağlantısına ilişkin farkındalığı artırdığı
belirtilmektedir.
Doğayla olan
ilişkimizin tekrar düzenlenmesinin, insanlığın bireysel, sosyal ve ekonomik
iyiliği için kritik öneme sahip olduğu görülmektedir. Bu durum turizm için de
geçerlidir. Ekosistemin yeniden dirilişinin, doğanın yenilenmesinin ve insanla
ilişkisinin değişmesinin sektörün salgın sonrası yeniden hareketlenmesi ve
sürdürülebilir geleceği için de önemi vurgulanmaktadır.
Daha Çok Turizm Diplomasisi
Turizm, iletişim ve
özgürlük demek…
En temel insan
haklarından seyahat özgürlüğü bu defa insanlığın iyiliği için aniden kısıtlandı
ve buna bir virüs neden oldu.
Koronavirüs
salgınının insanlığı getirdiği nokta ve bundan sonrasına ilişkin senaryoların
yaklaşık iki yıldır içindeyiz…
Aslında yeni gibi
konuştuğumuz her şey gündemimizdeydi ve belki de ayak sürüyorduk…Bu salgın iki
önemli süreci “devrim”e dönüştürdü ve biz bunu anlamalıyız: Dijital Devrim ve
Yeşil Devrim.
Bu noktada değişmeyen
ve daha da güçlenmesi gereken ise “işbirliği” ve daha çok “iletişim” ihtiyacı.
Diplomasi toplumlar
arasındaki iletişime olanak sağlayan, ortam hazırlayan ve daha da güçlendiren
çok önemli bir araç. Turizm diplomasisi de bu anlamda çok değerli.
Salgının adeta
durdurduğu turizm sektörü yeni kodlarla tekrar canlanmak istiyorsa mutlaka diplomasi
enstrümanını çalıştırmalı. Böylece işbirliği olanakları artıp “birlikte” ve
“daha güçlü” canlanmanın da önü açılacaktır.
Bu noktada kurumlara
çok iş düşüyor. Kamu, özel ve sivil tüm turizm kuruluşlarının uluslararası
düzeyde çeşitli ilişkiler geliştirmesi, işbirliklerini çoğaltması ve salgın
sonrası yeni paradigmayı ön görerek destinasyonlarının hikâyelerini duyurmaları
gerekiyor...Ya da yeni bir hikaye yazmaları…
Verimlilik
Turizm faaliyetlerinin
başarısı günümüzde artık sayılarla değil verimlilikle ifade ediliyor.
Verimli turizm faaliyetleri
yerel halkın ve turizmcilerin birlikte kendilerini iyi hissetmelerine bağlı...
İşte bu anlayış turizmde bir
değişimi beraberinde getiriyor; destinasyon tanıtımı yerine destinasyon
yönetimi öne çıkıyor.
Bir de bu gelişmeler yeşil
devrim ilkeleri ve net sıfır emisyon hedefleriyle örtüştüğünde sayılar OUT
verimlilik ise IN oluyor.
Tam Zamanı
Turizmin Güney Avrupa’da
“bacasız sanayi” ve “döviz kazandırıcı” bir anlayışla büyüdüğü 60’ların ve
70’lerin ardından 80’lerde gelişen “kültür” ve “sürdürülebilirlik”
yaklaşımlarını ülke olarak genel anlamda on yıl geriden takip ettik.
Bu defa, dijital ve
yeşil devrimin etkisinde, yine yeni bir evreye giren turizm
endüstrisiyle aynı gündemde buluşabilmek için kaynaklarımızı stratejiye
dönüştürme kabiliyetini göstermenin tam zamanı…
Destinasyonun Aklı
Destinasyonunuz
dünyanın en güzel yeri de olsa, köklü bir kültüre de sahip olsanız,
kaynaklarınız bol da olsa eğer bunu yönetecek bir stratejiniz yoksa
tanıtımınızı başarıya ulaştırmanızın imkânı yoktur. Bu gerçeği Koronavirüs
Salgını bir kere daha vurguladı.
Bu süreçte bütün destinasyonların salgının
etkilerini giderip yeniden ayağa kalkmak ve ziyaretçi kazanma çabalarına tanık
oluyoruz. Pek çok şehrimiz de turizmin önemini kavramış olarak ürünlerinin ve
destinasyonlarının tanıtımını yapmak için adeta yarışıyorlar. Olması gereken de
bu…Ancak bu çabaların çoğunda ne yapmak istedikleri veya nereye varmak
istedikleri konusunda açık, net bir stratejinin eksikliği de görülüyor. Varsa
da biz bilmiyoruz… Şehirlerin birbirlerinden esinlenerek oluşan turizm
odaklanması güçlü bir strateji ve onu kararlılıkla uygulayacak kurumlardan
yoksunsa hayal kırıklıklarına ve motivasyon kaybına da yol açabilir. Onca çaba,
faaliyet ve maddi kaynağın iyi çalışılmış bir strateji çerçevesinde bir “akıl”, “fikir” tarafından
yönetilmesi; “bir şey anlatması” gerekir. Popüler
deyimle “destinasyonun hikâyesi” nin üstünde bir
de “destinasyonun aklı” olması şart. Çünkü
destinasyon adına yapılan çalışmalar bir “akılla” yönetilirse
ve “bir şey söylüyorsa” anlam ifade edecektir. Aksi
takdirde bu çabalar geçici bir etki yaratmaktan öteye geçemeyecektir.
Böyle değerlendirdiğimizde, iyi niyetli
çabayla da olsa, şehirlerimizin –ister tanıtım kampanyaları diyelim ister
iletişim faaliyetleri- çoğunun ayaklarının yere basmadığını, zihinlerde bir
hedefe yönelmediğini söylemek lazım. Dolayısıyla zihinlere bir çivi gibi
çakılan başarılı örneklerden ayrılıyorlar. Bu yanılgıya düşmemek için de
öncelikle hemfikir olunmuş ve birlikte oluşturulmuş bir stratejinin varlığı
kaçınılmazdır.
Şimdi, bu salgın döneminin bize verdiği
“yeniden düşünme” aralığında gerçekleri ve trendi de daha iyi kavramışken
destinasyon aklına sahip olmanın tam zamanıdır.
Yorumlar
Yorum Gönder