Soylulaştırma, varlıklı kesimlerin göçü ve yatırımına bağlı olarak bir yerin ekonomik, sosyal ve kültürel olarak dönüşmesidir. Bu süreçte yerel halk yüksek kira ve yaşam maliyetiyle yerinden edilir; mahallenin karakteri değişir, sosyal yapılar çözülür. Kentte yaşayanların yerinden edilmesi, toplumsal ve kültürel erozyonu da beraberinde getirir.
Fransız filozof Henri Lefebvre, Le Droit à la Ville (1968) eserinde “kent hakkı”nı, kentlilerin kenti, piyasa güçlerine değil; kamusal, demokratik ve kolektif kullanım esasına göre şekillendirme hakkı olarak tanımlar . Özünde: Kent hakkı, kentin yalnızca metalaşmış ticarî alan değil, insanlar tarafından yaşanabilen, dönüştürülebilir bir mekân olması gerektiğini savunur; kullanım değeri, değişim değerinden önemlidir. Kentliye sadece yaşayan değil, kentine müdahale edebilen, onu yeniden üretebilen aktif bir özne olarak bakar.
Pandemi sonrası uzaktan çalışma yaygınlaştı; bu trende bağlı olarak Amerika’dan dijital göçebe profiller, Barselona, Lizbon, Venedik gibi şehirlerde olduğu gibi Meksiko City’de de yer değiştirmeye başladı. Bu durum: Airbnb ve benzeri platformlarla konut stokunu turizm kullanımına yönlendirdi, kira ve mülk fiyatlarını artırarak yerel halkı yerlerinden etti, kentsel, kültürel ve sosyal dokuyu parçaladı.
2025 yılı 4–5 Temmuz tarihinde Mexico city'de Condesa ve Roma gibi semtlerde başlayan protestolar, kitle turizmi ve dijital nomad etkisini protesto ederek gösteri sırasında bazı maske takan grupların mağaza camlarını kırması ve yabancı ziyaretçileri taciz etmesiyle şiddet boyutuna taşındı. “Gringos, evimizi çalmayı bırakın”, “Get out of Mexico” gibi sloganlar öne çıktı. Protestocular, turizmin kontrolsüz büyümesine karşı, Airbnb ve benzeri ulaşım modellerini düzenleyen yasaların çıkarılmasını talep etti. Bu olay Avrupa’daki turizm protestolarının (örneğin Barselona, Paris) bir benzeri olmasına rağmen, farklı coğrafi ve sosyoekonomik bağlamda ilk kez bu ölçüde sert tepkiler oluştu. Bu durum turistikleşme sürecine tepkinin bir 'sınırı' aştığının kanıtını oluşturuyor.
Bu gösteriler, turizmin yalnızca “otel‑acenta‑turist” üçgeni değil; kentin sosyal dokusunun bir parçası olduğunu gösteriyor.
Turizm kaynaklı soylulaştırma, kent hakkını ortadan kaldırır: Yerel halkın kenti kullanma, dönüştürme, içinde yaşama hakkını baskılanır. Konut hakkı ihlaliyle toplumsal ekoloji bozulur; kültürel parçalanma hızlanır. Burada Lefebvre’nin sorduğu “Şehir kimin?” sorusu belirir: Kontrol kimin elinde?
Türkiye, dünyanın en fazla turist çeken dördüncü ülkesi olarak benzer bir dinamiği yaşayabilir. Özellikle: Yerel halkın konut hakkı, sosyal alanlara erişimi, kamu kullanım alanlarının tehdit altına girdiği örnekleri yaşıyoruz. Türkiye’nin turizm politikaları artık yalnızca ekonomi odaklı değil, sosyal adalet, kent hakkı ve yerinden edilmeye karşı koruyucu normlar içermelidir. Tarihi ve kültürel varlıkların turizm için araçsallaştırılması politikası sorgulanıyor.
Bir şehrin ekonomik canlılığı önemli olmakla beraber, bu süreç kent hakkı ilkesiyle dengelenmediğinde yerel halk yerinden edilir, kültürel yapılar parçalanır ve toplumsal bütünlük zedelenir. Turizmi sadece bir hizmet sektörü olarak görmek yerine, kentin sürdürülebilir kamusal yaşamını besleyen ama onun sosyal dokusunu dönüştürmeyen bir model üzerine düşünmek gerekiyor. Yeni bir turizm tasarımı gerekiyor. Kent hakkı, Lefebvre’nin dile getirdiği gibi bir “talep”tir; sakinleri tarafından yeniden kurgulanabilmesi talebi.
Son olaylar, özellikle Mexico City’de 4–5 Temmuz 2025’te yaşanan protestolar, kent hakkı ile turizm soylulaştırması arasındaki gerilimi net bir şekilde gösterdi. Türkiye de bu tartışmaları ertelemeden gündemine dâhil etmeli.
Günümüzde gittikçe bireyselleşen kültür ve turizm faaliyetlerinin artık iç içe geçtiğini çok net görebiliyoruz. Kültür her alanıyla çok büyük bir içerik üreticisi konumundadır. Turizm sektörü ise bu içeriği –yaşam deneyimi- değerlendirmek ve insanlara sunmak için çalışma alanını sürekli genişletme ihtiyacı içinde olup insan hayatı ve istekleri de bu iş birliğini zorunlu kılmaktadır. İşte bu alanlardan bir tanesi de müzik’tir. Müzik ve turizm artık çok sık birlikte anılmakta ve bu iki alanın insan hayatına sunduğu yaşam kalitesi, birlikte üretimleri ve fırsatları da değerlendirmek gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Müzik yeni gastronomi’dir. UNWTO (Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Örgütü), Sound Diplomacy ve ProColombia işbirliğinde 2018 yılında hazırlanan ve WTM London 2018’de de sunuşu yapılan raporun çarpıcı bölümlerini aktarmak faydalı olacaktır, nitekim ülkemiz için de hem turizm sektörünü hem müzik sektörünü yakından ilgilendiren bu konu ile ilgili bir strateji gelişti...
Yorumlar
Yorum Gönder