İstanbul’u İstanbul yapan mekanlar, belleğin ve gündelik yaşamın kesişme noktalarıdır. Haydarpaşa ve Sirkeci tren garları da tam bu tanıma oturur. Şimdiyse bu iki simgesel yapı, “kültür ve sanatla yeniden canlanma” vaatleriyle gündemde. Peki bu vaatlerin ardında ne var?
1908’de hizmete giren Haydarpaşa ve 1890’lı yıllarda açılan Sirkeci Garı, İstanbul’un toplumsal ve mekânsal dokusunun önemli düğüm noktaları. Uzun yıllar trenlerle, limanla, vapurla ve kentlilerin adeta bir buluşma mekânı olarak işlev gördüler. Ama son yıllarda bu fonksiyonlar zayıfladı: bazı işler durdu, bazı alanlar atıl kaldı. Kamusal kullanım azaldı, bekleyiş arttı.
2024 sonlarında Kültür ve Turizm Bakanlığı bu duruma müdahale kararı aldı ve “Haydarpaşa ve Sirkeci Boğaz’ın Birleştirici Gücü Gar-Kültür-Sanat Projesi”ni açıkladı. Bu projeyle birlikte:
Garların “tarihi eser” statüsündeki yapıların restorasyonu planlanıyor.
Gar hizmeti, en azından bazı ölçülerde korunacak; demiryolu taşımacılığı “tamamen kapanmıyor”.
Kullanılmayan alanlar, sergi salonları, tematik müzeler, performans sanatları merkezleri, sanat ve tasarım atölyeleri gibi kültür-sanat odaklı mekanlara dönüştürülecek. Haydarpaşa’da ayrıca arkeopark ve arkeoloji müzesi gibi projeler de var.
Önemli bir vurgu var: AVM ve otel yapılmayacak deniyor. Proje, ticaret odaklı büyük “rant projeleri”nden ayrışacağını iddia ediyor.
Tamamlanma hedefi: 2026
Ama her proje gibi bu da “ne söyleniyor / aslında ne olacak?” sorusunu beraberinde getiriyor. Özellikle üç boyutta yakından izlenmesi gereken meseleler var:
1. İşlevin Korunması mı, Dönüşüm mü?
Garların ulaşım işlevi ne kadar sürdürülecek? Bazı açıklamalarda tren taşıma faaliyeti “devam edecek” deniyor; fakat bu “faaliyet”, eskiden olduğu gibi merkezi bir gar işlevi mi yoksa sembolik hatlar, birkaç sefer mi? Haydarpaşa Dayanışması gibi sivil toplum aktörleri, ulaşım fonksiyonunun törpülendiğini düşünüyor.
2. Kimler İçin Mekân?
Kültür-sanat kullanımının yaygın olması güzel; ama bu kullanımların ücretli mi, ücretsiz mi olacağı; sanatçılar, yerel halk için ne kadar erişilebilir olacağı; çalışan demiryolcuların, gar çevresindeki küçük esnafın mekâna dair haklarının korunup korunmadığı belirsiz. Bu da “mekânsal sınırlar” tartışmasını gündeme getiriyor. Hangi kesimler bu mekânlara dahil olacak, kimler dışlanacak?
3. Sembolik Anlatı, Hafıza ve Kent Kimliği
Garlar yalnızca tuğla ve taş değil; bir İstanbul sembolü. Çıkılan bir vapur, kalkan bir tren, beklenen bir kavuşma… Tüm bunlar belleğin parçaları. Proje “asla otel olmayacak” diyerek bir güvence vermeye çalışıyor; ama sembolik değerlerin korunması, sınırlı bir müze ya da sergi alanı vaadiyle sınırlandırılabilir mi? Halkın duygusal sahiplenişi, orada geçen günlük pratikler de unutulmamalı.
Eleştirel perspektiften bakarak bu projeyi Lefebvre’nin “mekân üçlemesi” bağlamında okursak:
Algılanan Mekân: Garların sokaktan, vapurdan ya da kent içi banliyöden gelen kullanıcıların gündelik deneyimleri; şimdi bu pratikler değişiyor ya da azalıyor.
Tasarlanan Mekân: Projenin resmi tanımları, planları, mimari çizimler, yatırımcı ve kamu kurumlarının tasarrufları: bunlar mekânın tasarımıdır.
Yaşanan Mekân: Bellek, semboller, toplumsal sahipleniş; “gar bizimdir” diyenler, sivil toplumun sesleri, elbet bu düzeyde ortaya çıkıyor.
Smith’in bakışı ‘mekânsal sınırların çizilmesi’ni vurgular: bu projeyle gar kullanımı, kamusal erişim, seçenekler gibi sınırlar yeniden çizilecek. Kim girebilecek, kim dışarıda kalacak, hangi alanlar ticari yönelimle dönüşecek vb. Castells açısından ise kent iki mekâna bölünür: akış mekânı (turizm, sermaye, kültür endüstrisi) ve yer mekânı (yerel halkın yaşamı, belleği).
Öneriler:
Proje katılımcılığı artmalı: yerel halk, gar çalışanları, sivil toplum planlama sürecine dahil edilmeli.
Ulaşım işlevleri net korunmalı: sembolik değil, fiili tren bağlantıları olmalı.
Girişler, kullanım şartları, ücret politikası kamusal erişime izin verecek şekilde düzenlenmeli.
Hafıza ve sembolik değerler, sadece mimari restorasyonla değil, anlatılarla, günlük yaşamla canlı tutulmalı.
Son söz; İstanbul’un ‘küresel kültür kenti’ imajı ile ‘tarihsel belleğin şehri’ arasındaki salınması kültür-turizm projelerine karşı toplumsal itirazda açığa çıkıyor, tıpkı kent kimliğinin küreselleşme ve yerel hafıza arasındaki gergin salınması gibi…
Malum, Koronavirüs yaklaşık bir yıldır hayatımızda. Geçtiğimiz yıl burada salgının turizme etkileri ile ilgili birçok yazıda yorumlar yapmış, hatta projeler sunmuştum. Turizm sektörü ile ilgili herkesin de benzer çabaları oldu. Bahsettiğim projelerden biri de geçtiğimiz Nisan ayında düşündüğüm ve Ağustos’ta bu platformda yazdığım “Güvenli Turizm Koridorları” ile ilgili (Pier to Pier Project for Safe Tourism) idi. O zamanlar birçok ülke benzer projeler geliştirdi ve uyguladı. Kimi nispeten başarılı oldu, kimi de başlamadan bitti. Ancak böyle projeler geliştirirken ülkelerin özgün durumlarını mutlaka göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bizim de kendi kurallarına göre işleyen bir turizm endüstrimiz var. Birkaç destinasyona yoğunlaşmış dar alanda yüksek turist rakamlarına dayalı bir sektörel yapıya sahibiz. Salgın şartlarında turizm faaliyetlerini sürdürürken bu yapının bazı avantajlarını da yaşadık. Örneğin geçtiğimiz yaz 4 destinasyonumuzun turist trafiğine açılabilmesi otellerimiz...
Yorumlar
Yorum Gönder