Ana içeriğe atla

Yer Markalama Tam da Budur!

 



Hollanda’nın Deventer kenti 1991 yılından beri dünyanın en büyük Dickens Festivaline ev sahipliği yapıyor. Charles Dickens 19. Yüzyıl, Victoria Devrinin, en önemli İngiliz yazarlarından biridir, belki de en etkilisidir.

Festival bir aile hikâyesinden ilham almış; Babası sıklıkla İngiltere’ye gidip gelen ve çokça Dickens Romanı okuyan bir hanımefendi, şehrinde pazar günü düşen ticareti canlandırmak isterken olaya biraz da eğlence katmak isteyince dünyanın en büyük Dickens Festivalinin de ateşini yakmış. Hem de Dickens ile hiçbir bağı olmayan bir Hollanda şehrinde!



Deventer şehrinin merkez caddesinde festival zamanı (Bu yıl 16-17 Aralık) adeta Dickens’ın 19.yüzyıl İngiliz şehri yaratılırken yazarın kitaplarındaki 950’den fazla karakter canlandırılarak insanlarda zamanda yolculuk hissi uyandırılıyor.

Festival süresince sokak tiyatroları, korolar, hikâye anlatıcılar, dönemin havasına uygun ürünler ve satışları 125 bin ziyaretçiyi bu şehre çekmektedir.




Festival komitesinin hassasiyetle üzerinde durduğu konu ise “otantikliği korumak”. Bu nedenle otantikliği bozacak kostüm, eşya, araç-gereç ve davranışlar “istenmeyen” ilan edilmiş.

Ayrıca festivalin insanların, özellikle çocukların, edebiyat tutkusunu körüklediği de ifade ediliyor.



Sonuç olarak küçük bir şehir ilham verici bir hikâyeyi insanlar için eğlence, eğitim, düşünce ve ticarete kadar pek çok etkiyi yaratacak bir olaya dönüştürerek markasını nasıl iyi yönettiğinin güzel bir örneğini sergilemiş.

(Not: Bu olay, Greg Rıchards ve Lıan Duıf’in “Small Cities with Big Dreams” kitabında anlatılanlara güzel bir örnek oluşturacak nitelikte.)

https://dickensfestijn.nl/english/#page-content

https://www.theguardian.com/world/2023/dec/15/dutch-town-shakes-off-political-strife-with-worlds-largest-dickens-festival

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Asıl Şimdi Güvenli Turizm Koridorları!..

  Malum, Koronavirüs yaklaşık bir yıldır hayatımızda. Geçtiğimiz yıl burada salgının turizme etkileri ile ilgili birçok yazıda yorumlar yapmış, hatta projeler sunmuştum. Turizm sektörü ile ilgili herkesin de benzer çabaları oldu. Bahsettiğim projelerden biri de geçtiğimiz Nisan ayında düşündüğüm ve Ağustos’ta bu platformda yazdığım “Güvenli Turizm Koridorları” ile ilgili (Pier to Pier Project for Safe Tourism) idi. O zamanlar birçok ülke benzer projeler geliştirdi ve uyguladı. Kimi nispeten başarılı oldu, kimi de başlamadan bitti. Ancak böyle projeler geliştirirken ülkelerin özgün durumlarını mutlaka göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bizim de kendi kurallarına göre işleyen bir turizm endüstrimiz var. Birkaç destinasyona yoğunlaşmış dar alanda yüksek turist rakamlarına dayalı bir sektörel yapıya sahibiz. Salgın şartlarında turizm faaliyetlerini sürdürürken bu yapının bazı avantajlarını da yaşadık. Örneğin geçtiğimiz yaz 4 destinasyonumuzun turist trafiğine açılabilmesi otellerimiz...

Müzik Turizmi

Günümüzde gittikçe bireyselleşen kültür ve turizm faaliyetlerinin artık iç içe geçtiğini çok net görebiliyoruz. Kültür her alanıyla çok büyük bir içerik üreticisi konumundadır. Turizm sektörü ise bu içeriği –yaşam deneyimi- değerlendirmek ve insanlara sunmak için çalışma alanını sürekli genişletme ihtiyacı içinde olup insan hayatı ve istekleri de bu iş birliğini zorunlu kılmaktadır. İşte bu alanlardan bir tanesi de müzik’tir. Müzik ve turizm artık çok sık birlikte anılmakta ve bu iki alanın insan hayatına sunduğu yaşam kalitesi, birlikte üretimleri ve fırsatları da değerlendirmek gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Müzik yeni gastronomi’dir. UNWTO (Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Örgütü), Sound Diplomacy ve ProColombia işbirliğinde 2018 yılında hazırlanan ve WTM London 2018’de de sunuşu yapılan raporun çarpıcı bölümlerini aktarmak faydalı olacaktır, nitekim ülkemiz için de hem turizm sektörünü hem müzik sektörünü yakından ilgilendiren bu konu ile ilgili bir strateji gelişti...

Turizm soylulaştırması ve “Kimin şehri?" Sorusu.

Soylulaştırma, varlıklı kesimlerin göçü ve yatırımına bağlı olarak bir yerin ekonomik, sosyal ve kültürel olarak dönüşmesidir. Sadece sonuçla ilgilenenler için olumlu bir şeydir çünkü çöküntü bölgelerinin yeniden imarı ve işlevlendirilmesi olarak görülür. Halbuki bu süreçte yerel halk yüksek kira ve yaşam maliyetiyle yerinden edilir; mahallenin karakteri değişir, sosyal yapılar çözülür. Kentte yaşayanların yerinden edilmesi, toplumsal ve kültürel erozyonu da beraberinde getirir. Fransız filozof Henri Lefebvre, Le Droit à la Ville (1968) eserinde “şehir hakkı”nı, piyasa güçlerine değil; kamusal, demokratik ve kolektif kullanım esasına göre şekillendirme hakkı olarak tanımlar . Özünde: şehir hakkı, kentin yalnızca metalaşmış ticarî alan değil, insanlar tarafından yaşanabilen, dönüştürülebilir bir mekân olması gerektiğini savunur; kullanım değeri, değişim değerinden önemlidir. Kentliye sadece yaşayan değil, kentine müdahale edebilen, onu yeniden üretebilen aktif bir özne olarak bakar. (...