Ana içeriğe atla

Turizm sorunsalı…

Türkiye’de turizmin yıllardır benzer sorunları üretmesinin, bir türlü istikrar kazanamamasının ve neredeyse her sezon yeni bir krizle karşı karşıya kalmasının ardında sanıldığından çok daha derin bir neden yatıyor. Bu neden, turizmin politik bir alan olarak görülememesi, aksine ısrarla post-politik yani siyasal tartışmalardan arındırılmış, teknik bir mesele gibi sunulan bir alan hâline getirilmesidir. Oysa turizm, doğası gereği son derece politik bir faaliyettir; çünkü mekânı dönüştürür, kültürü dönüştürür, sosyal ilişkileri ve yaşam biçimlerini yeniden kurar, çevreyi etkiler, yerel halkın gündelik hayatını değiştirir ve ekonomik kaynakların dağılımını belirler. Buna rağmen Türkiye’de turizm, adeta sadece ekonomik bir mühendislik konusuymuş gibi değerlendirilmekte, turizmcilerin alanına hapsedilmekte ve toplumsal etkilerinin konuşulmasına çoğu zaman izin verilmemektedir. Bu depolitizasyonun en görünür biçimi, turizmin teknik diller ve uzmanlık kavramlarıyla çerçevelenmesidir. Destinasyon yönetimi, markalaşma, nitelikli turizm, sürdürülebilirlik sertifikaları, master planlar ve yüksek gelir grubuna yönelik stratejiler, turizmin geniş toplumsal tartışmalardan koparılmasına hizmet eder. Bu dil, turizmin kime fayda sağladığı, kimin zarar gördüğü, kimlerin yerinden edildiği, kültürel mirasın nasıl dönüştürüldüğü, ekolojik sınırların nasıl zorlandığı gibi soruları görünmez kılar. Böylece turizmin doğurduğu gerçek sorunlar siyasal bir tartışma alanı olmaktan çıkar, teknik raporların sayısal göstergelerine indirgenir. Eleştirenler ise çoğu zaman turizm karşıtı, gelişme düşmanı ya da bilgi sahibi olmayan gruplar olarak yaftalanır. Bu mekanizma, turizmin topluma açılmasını engellerken, biriken krizlerin de görünür olmasını önler. Bu nedenle Türkiye’de turizm sürekli kriz üreten bir yapıya sahiptir. Bu krizler her defasında kürsel jeopolitik ya da ekonomik bir istikrarsızlığa bağlanır. Mekânsal açıdan bakıldığında turizm, kentleri ve kıyıları piyasa merkezli bir kullanıma sokarak yerel halkı dışlayan, kiraları yükselten, kamusal alanları özelleştiren sonuçlar doğurur. Kültürel açıdan turizm, yerel kimlikleri ve hafızayı ticarileştirerek kültürü yaşayan bir değer olmaktan çıkarır, gösteriye dönüştürür. Ekolojik düzeyde ise aşırı yoğunluk, taşıma kapasitesinin aşılması, su kaynaklarının tükenmesi, betonlaşma ve habitat kaybı gibi sorunları kalıcılaştırır. Ekonomik açıdan da turizme aşırı bağımlılık, küresel şoklara açık kırılgan bir yapı yaratır; pandemi sürecinde bunun ne kadar yıkıcı olabileceği açıkça görüldü. Tüm bu krizlerin ortak noktası şudur: Turizm politik bir alan olamadığı için, bu sorunların kök nedenleri tartışılamaz ve çözülemez. Burada temel hipotez güç kazanır: Türkiye’de turizmin ana sorunu post-politik olmaktan çıkamaması ve politik bir tartışma alanı hâline gelememesidir. Çatışmayı, müzakereyi ve farklı çıkarları görmezden gelen her turizm yaklaşımı, kaçınılmaz biçimde kriz biriktirir. Gerçek çözüm, turizmi daha teknik hâle getirmek, daha fazla sertifika üretmek ya da daha çok yönetişim modeli oluşturmak değildir. Asıl ihtiyaç, turizmi yeniden siyasal bir bağlama oturtmaktır. Yani turizm artık şu soruların tartışıldığı bir alan olmalıdır: Turizmden kim kazanç sağlıyor ve kim kaybediyor? Kararlar kim tarafından ve kim için alınıyor? Yerel halkın hakları nasıl korunuyor? Kültürel miras ve doğal varlıklar piyasanın mı yoksa toplumun mı malı? Ekolojik sınırlar ekonomik büyümenin önüne geçebilecek bir toplumsal ilke olarak tanınabilir mi? Bu sorular sorulmadıkça turizmin sürdürülebilirliği bir hayal olarak kalacaktır. Türkiye’de turizmin geleceği, ekonomik göstergelere değil, siyasetin geri dönmesine bağlıdır. Eğer turizm toplumsal müzakere konusu hâline gelirse, yerel halk karar süreçlerine dahil edilirse, kültürel ve doğal değerler ticari metalar değil kamusal miras olarak korunursa, turizmin gelir dağılımı ve sosyal etkileri adalet temelinde ele alınırsa, o zaman turizmin kriz döngüsü kırılabilir. Aksi hâlde teknokratik bir dilin arkasına gizlenen ve büyüyormuş gibi görünen turizm sektörü, aslında derinleşen mekânsal, ekolojik, kültürel ve ekonomik krizler üretmeye devam edecektir. Kısacası, Türkiye’de turizmin sorunu teknik değil; politiktir ve bu politiksizlik hâli değişmediği sürece turizm sürekli kriz üretmeye devam edecektir. Turizmi dönüştürmenin yolu, onu toplumun tartışma alanına taşımaktan geçmektedir.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Asıl Şimdi Güvenli Turizm Koridorları!..

  Malum, Koronavirüs yaklaşık bir yıldır hayatımızda. Geçtiğimiz yıl burada salgının turizme etkileri ile ilgili birçok yazıda yorumlar yapmış, hatta projeler sunmuştum. Turizm sektörü ile ilgili herkesin de benzer çabaları oldu. Bahsettiğim projelerden biri de geçtiğimiz Nisan ayında düşündüğüm ve Ağustos’ta bu platformda yazdığım “Güvenli Turizm Koridorları” ile ilgili (Pier to Pier Project for Safe Tourism) idi. O zamanlar birçok ülke benzer projeler geliştirdi ve uyguladı. Kimi nispeten başarılı oldu, kimi de başlamadan bitti. Ancak böyle projeler geliştirirken ülkelerin özgün durumlarını mutlaka göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bizim de kendi kurallarına göre işleyen bir turizm endüstrimiz var. Birkaç destinasyona yoğunlaşmış dar alanda yüksek turist rakamlarına dayalı bir sektörel yapıya sahibiz. Salgın şartlarında turizm faaliyetlerini sürdürürken bu yapının bazı avantajlarını da yaşadık. Örneğin geçtiğimiz yaz 4 destinasyonumuzun turist trafiğine açılabilmesi otellerimiz...

Müzik Turizmi

Günümüzde gittikçe bireyselleşen kültür ve turizm faaliyetlerinin artık iç içe geçtiğini çok net görebiliyoruz. Kültür her alanıyla çok büyük bir içerik üreticisi konumundadır. Turizm sektörü ise bu içeriği –yaşam deneyimi- değerlendirmek ve insanlara sunmak için çalışma alanını sürekli genişletme ihtiyacı içinde olup insan hayatı ve istekleri de bu iş birliğini zorunlu kılmaktadır. İşte bu alanlardan bir tanesi de müzik’tir. Müzik ve turizm artık çok sık birlikte anılmakta ve bu iki alanın insan hayatına sunduğu yaşam kalitesi, birlikte üretimleri ve fırsatları da değerlendirmek gerekliliğini ortaya çıkarmaktadır. Müzik yeni gastronomi’dir. UNWTO (Birleşmiş Milletler Dünya Turizm Örgütü), Sound Diplomacy ve ProColombia işbirliğinde 2018 yılında hazırlanan ve WTM London 2018’de de sunuşu yapılan raporun çarpıcı bölümlerini aktarmak faydalı olacaktır, nitekim ülkemiz için de hem turizm sektörünü hem müzik sektörünü yakından ilgilendiren bu konu ile ilgili bir strateji gelişti...

Turizm soylulaştırması ve “Kimin şehri?" Sorusu.

Soylulaştırma, varlıklı kesimlerin göçü ve yatırımına bağlı olarak bir yerin ekonomik, sosyal ve kültürel olarak dönüşmesidir. Sadece sonuçla ilgilenenler için olumlu bir şeydir çünkü çöküntü bölgelerinin yeniden imarı ve işlevlendirilmesi olarak görülür. Halbuki bu süreçte yerel halk yüksek kira ve yaşam maliyetiyle yerinden edilir; mahallenin karakteri değişir, sosyal yapılar çözülür. Kentte yaşayanların yerinden edilmesi, toplumsal ve kültürel erozyonu da beraberinde getirir. Fransız filozof Henri Lefebvre, Le Droit à la Ville (1968) eserinde “şehir hakkı”nı, piyasa güçlerine değil; kamusal, demokratik ve kolektif kullanım esasına göre şekillendirme hakkı olarak tanımlar . Özünde: şehir hakkı, kentin yalnızca metalaşmış ticarî alan değil, insanlar tarafından yaşanabilen, dönüştürülebilir bir mekân olması gerektiğini savunur; kullanım değeri, değişim değerinden önemlidir. Kentliye sadece yaşayan değil, kentine müdahale edebilen, onu yeniden üretebilen aktif bir özne olarak bakar. (...