Bugüne kadar genellikle turizm ve kültür konu olduğunda “sinerji”, hatta “simbiyoz” türü ilişkiler öne çıktı, hakim ekonomik sistemde bu tartışma hep gündemde tutulmuştur.Öte yandan, yaşadığımız çoklu krizlerin etkisiyle asıl söz konusu olan bu iki kavram arasındaki “gerilim” den bahsetmek gerekiyor. Bu bahsi öncelikle etik boyutuyla başlatmak,- ekonomi-politik sistemi tartışmadan - belki de sorunların kaynağını görmemiz açısından yararlı olabilir.
Ülkemizde malum turizm tartışmaları, algısı ve gerçekliği konusunda çok canlı ancak verimliliği tartışılır bir gündem hep oldu…Yine böyle bir zamanda turizm adına yapılanları etik bir bakış açısıyla değerlendirmek ufkumuza katkı verecektir.
Kültür turizmi, turizmin evrildiği yöndür. Ancak bu gelişme, çoğu zaman kültürün bir değer olarak değil, bir kaynak olarak görülmesi üzerinden şekillenmektedir. Meseleyi "değer" kavramıyla irdelemeye aldığımızda kuşkusuz ahlak ve etik tartışmalarına girmek gerekir. “Kültürün ticarileşmesi” ya da “kültürün metalaşması” olarak da adlandırılan bu süreçte, kültürel ögeler turistik ürünlerin hammaddesi hâline gelir. Bunu kültür endüstrisi kapsamında ele aldığımızda kendimizi derin bir sorgulamada buluruz. Bu durum, turizmin kültürü araçsallaştırması tartışmasını beraberinde getirir. Etik düzeyde soru şudur: Turizm kültüre saygı göstererek mi gelişmelidir, yoksa kültür ekonomik çıkar adına mı korunmaktadır?
Kültür, bir toplumun kimliğini, belleğini ve değerlerini taşıyan dinamik bir bütündür; yaptıklarımız, ettiklerimizdir. Ancak turizm sektöründe, kültür çoğu zaman “sergilenebilir” ve “satılabilir” bir malzeme gibi ele alınır. Bu durum, kültürün özünün yüzeyselleşmesine, “gösteriye dönüşmesine” ve yerel kimliklerin turistik taleplere göre yeniden biçimlendirilmesine yol açar. Buna şaşırmamak gerekir çünkü turizmin ekonomi-politiği hakim sistemin bir yansımasını oluşturur.
Neil Smith’in “sermaye birikiminin mekânsal stratejileri” kavramıyla düşündüğümüzde, kültürel miras alanlarının ve geleneksel yaşam biçimlerinin turizm aracılığıyla yeniden düzenlenmesi, kültürel mekânın sermaye döngüsüne eklemlenmesi anlamına gelir. Böylece kültür, yalnızca korunmak için değil, kâr üretmek için korunur.
Kültür turizmi politikaları genellikle “koruma ve tanıtma” hedefiyle ifade edilir. Ancak uygulamada, bu hedef çoğu kez ekonomik kalkınma ve marka destinasyon yaratma amacıyla iç içe geçmiştir. Gündemin sıcak tartışması İstanbul Garları ile ilgili projelerin durumu özelinde ise tamamen bir sistem sorgulaması yapılmalıdır; tarihi mekan zaten turistik bir anlam ve ekonomi üretmektedir, halbuki mekanın işlevini değiştirmek ise toplumsallığı ve kent hakkını ilgilendirmektedir, çok daha kapsamlı sonuçlar doğurur.
Literatür tartışmasını ele aldığımızda, Kapadokya, Efes, Mardin, Safranbolu gibi alanlarda kültürel mirasın korunması, çoğunlukla turizm yatırımlarını teşvik eden bir araç olarak görülmektedir.Yerel halkın yaşam biçimleri, mimari dokular ve geleneksel zanaatlar “otantiklik” adı altında turistik tüketim nesnesine dönüştürülmektedir. Bu bağlamda etik soru şudur: Bu koruma politikaları gerçekten kültüre saygı mı göstermektedir, yoksa kültürün ekonomik getirisini maksimize etmeyi mi hedeflemektedir?
Etik açıdan değerlendirildiğinde, kültür turizminin sürdürülebilir olabilmesi için üç temel ilkeye bağlı kalması öne çıkar:
1. Kültürel saygı: Kültürel mirasın yalnızca fiziksel değil, anlamsal bütünlüğünün korunması.
2. Yerel katılım: Kültürün taşıyıcılarının —yani yerel halkın— karar alma süreçlerinde söz sahibi olması.
3. Kültürel adalet: Kültürden elde edilen gelirin adil paylaşılması ve kültür üreticilerinin ekonomik olarak dışlanmaması.
Türkiye’de ise bu ilkeler çoğu zaman ekonomik büyüme hedefiyle gölgede kalır. Kültür, “uluslararası imaj” ve “turizm markası” oluşturmanın bir parçasına indirgenir. Bu durumda koruma eylemi, etik değil stratejik bir nitelik kazanır.
Son söz olarak, belki şu söylenebilir; Türkiye’de turizmin etik pratiğe kavuşması, kültürün yalnızca “ziyaret edilecek bir obje” değil, “yaşanılan bir değer” olarak görülmesine bağlıdır. Kültüre saygı, onu ekonomik getiri için korumaktan farklıdır; çünkü saygı, kültürün anlamına, hafızasına ve insan onuruna yöneliktir…Ayrıca kent hakkı’nı çağrıştırır.
Dolayısıyla, kültür turizmi politikalarının geleceği şu soruda düğümlenmektedir: “Kültürü korumak, turizmi güçlendirmek için mi; yoksa insanlığın ortak mirasına saygı duymak için mi yapılmalı?” Bu soruya verilecek yanıt, yalnızca turizm politikalarının değil, etik bir toplum vizyonunun da yönünü belirleyecektir.
Soylulaştırma, varlıklı kesimlerin göçü ve yatırımına bağlı olarak bir yerin ekonomik, sosyal ve kültürel olarak dönüşmesidir. Sadece sonuçla ilgilenenler için olumlu bir şeydir çünkü çöküntü bölgelerinin yeniden imarı ve işlevlendirilmesi olarak görülür. Halbuki bu süreçte yerel halk yüksek kira ve yaşam maliyetiyle yerinden edilir; mahallenin karakteri değişir, sosyal yapılar çözülür. Kentte yaşayanların yerinden edilmesi, toplumsal ve kültürel erozyonu da beraberinde getirir. Fransız filozof Henri Lefebvre, Le Droit à la Ville (1968) eserinde “şehir hakkı”nı, piyasa güçlerine değil; kamusal, demokratik ve kolektif kullanım esasına göre şekillendirme hakkı olarak tanımlar . Özünde: şehir hakkı, kentin yalnızca metalaşmış ticarî alan değil, insanlar tarafından yaşanabilen, dönüştürülebilir bir mekân olması gerektiğini savunur; kullanım değeri, değişim değerinden önemlidir. Kentliye sadece yaşayan değil, kentine müdahale edebilen, onu yeniden üretebilen aktif bir özne olarak bakar. (...
Yorumlar
Yorum Gönder